Eğitim Sanatı

yazan ESDD

Rudolf Steiner, yaşamı bir bitkiye benzeterek şöyle der:

Yaşam, tıpkı bitkide olduğu gibi, yalnızca gözlerimizle gördüğümüzden ibaret değildir. Nasıl bir tohumun içinde verili genetik bilgiler, gelecekte o bitkinin nasıl olacağının işaretlerini taşıyorsa, yapraklardan sonra ne tür çiçeklerin ve meyvelerin geleceğini belirliyorsa, derinlemesine araştırdığımızda, insanın doğasında verili olanı da aynı şekilde okuyabiliriz, zira doğal gelişme, geleceği içinde taşır,

Bu sözlerin ışığında gelişmekte olan bir insan varlığının nasıl yapılandığını anlamak için, doğasına insanbilimsel açıdan göz atarsak;

•    Dünyaya gelen çocukta gördüğümüz yegane varlık parçası, diğer canlılarda da olan  fiziksel bedenidir. Bu fiziksel beden, geri kalan fiziksel dünyayla aynı maddelerden, yani minerallerden oluşmuştur ve aynı fizik yasalara tabidir.

•    Ancak mineral üzerinde etkin olan kuvvetler, onun canlı bir varlık olmasına yetmez. Canlı varlık haline gelmesi için başka bir “içsel kuvvet” etkin olur. Bitkiler ve hayvanlar dünyasıyla birlikte sahip olduğumuz bu bedene, “yaşam bedeni” veya can denir. Bu beden, fiziksel bedenin maddeleri ve kuvvetlerinin büyüme, kendini üretme ve beden içi sıvıların içsel devinimini düzenler. Aynı zamanda fizik bedenin yapılandırıcısı, mimarı ve sakinidir. Nasıl rüzgarı ya da elektriği ve manyetizmayı göremiyorsak ama etkileri üzerinden var olduklarını biliyorsak, bu yapılandırıcı güçler bedenini de göremeyiz, ama var olduğunu biliriz.

•    İnsanın üçüncü varlık parçası duyumsama bedenidir. Bu beden acı, haz, içgüdü ve heyecanların taşıyıcısıdır. Bitkilerde duyumsama bedeni yoktur, yalnızca fizik ve eter beden vardır. Bitkilerin dış uyaranlara tepki vermesini, duyumsama olarak yorumlayamayız. Zira burada önemli olan, bir varlığın dıştan gelen bir uyarana bir yanıt vermesi değildir, önemli olan daha ziyade bu dışsal uyaranı, bir içsel süreç sayesinde işleyip dönüştürerek acı, haz, güdü, arzu şeklinde yansıtmasıdır. Bu içsel süreç önemlidir. Duyumsama bedeni yalnızca hayvanda ve insanda bulunur.

•    İnsan, kendisini doğanın diğer varlıklarının ötesine aşırtan dördüncü bir varlık parçası daha geliştirmiştir. Bu da “Ben” denen varlık parçasıdır ve  insanın ancak kendisi için dillenebileceği bir sözcüktür. İnsanın “ben” diyebilmesi için, kendi içinde tanışmış olduğu bir varlığın farkına varmış olması gerekir. İçinde kendi düşüncesiyle kavrayabildiği bir dünyayı, kendi dünyasını taşımaktadır. Buna “ben-bedeni denir ve insan ruhunun taşıyıcısıdır.

Ben ancak toplumsal çevreyle ilişki ve iletişim halinde gelişir ve kendi yazgısını gerçekleştirir. Öte yandan ben, bedende de bir ben-organizasyonu oluşturarak, bu sayede bilincin altına derinlere kadar uzanarak bedenin işlevsel düzenini ve yapısını, insana yaraşır şekilde ve bireysel olarak biçimlendirir. Hiçbir insan organizması diğerinin aynı değildir. Alın, yüz, ses, eller, duruş hepsi bir kerelik ve birbiriyle karıştırılamaz bir kişiselliğin dışa vurumudur. Bu bireysel damgalanma ta metabolizmaya kadar uzanır.

Ben’in uyanmasıyla, insan hayvanın ötesine geçer. Ben bütün varlık parçaları üzerinde çalışır ve haz ve acı, sempati ve antipati inceltilerek arındırılır, duyumsama bedeni dönüştürülür. Ben, yaşam bedeni üzerindeki çalışmalarıyla onu, alışkanlıkların ve kalıcı eğilimlerin, karakter ve belleğin taşıyıcısı haline getirir. Beni yaşam bedeni üzerinde çalışmamış bir insanın henüz yaşantılarının anıları yoktur, resimler vardır. Anımsamalar ancak üç yaş civarında çocuk kendisine “ben” dediğinde başlar.

Steiner’e göre, dik duruş, devinim ve yürüyüşteki bireysellik, dil ve kendini ifade, bakışlar ve son olarak da düşünme, duyumsama ve irade asla bedenselliğin bir sonucu değildir, tersine sürekli kendisini bedensellikte gerçekleştiren bir ruhsal-tinsel varlığın dışavurumlarıdır.

Eğitimci olarak işte insanın fizik beden, yaşam bedeni, duyumsama bedeni ve beninden oluşan bu dört varlık parçası üzerinde çalışmakta olduğunun bilincine varması gerekir. Bu varlık parçalarının gelişiminin, yaşamın birbirini izleyen yedişer yıllık bir ritim  içinde değişik dönemlerinde farklı biçimlerde ve üç doğumla gerçekleştiğini açıklayan Rudolf Steiner, eğitimin her şeyden önce i l i ş k i olduğu üzerinde durmuştur. Eğitmenin çocukla sağlıklı bir ilişki kurabilmesi, onu olduğu gibi anlayabilmesi ve kabul edebilmesi için önce kendi üzerinde çalışması ve kendini gözlemlemesi, tanıması gerektiğine işaret eder.

Çünkü eğitsel ilişkide etkin olan, insanın bildikleri, niyeti ya da yapmak istedikleri değildir; tersine eğitmenin çocuk için k i m  olduğu, çocuğun önünde n a s ı l olduğudur. Kendi mizacına göre çocuklarla karşılaşmada nasıl bir beklenti ve tutum içinde var olmaktadır,  belirleyici olan budur. Eğitmenin varlığı, hareketleri, davranışı, olaylar karşısındaki tutumu, konuşması, güleryüzü, neşesi, iyimserliği önemli örnek oluşturur. Demek ki eğitmenin mizacı da bu karşılaşmada öne çıkar.

Mizaç, insan varlığına temel rengini verir. İnsanın atalarından ve ailesinden gelen genetik verilerle, daha önceki tinsel yaşamından getirdiği ve kaderini oluşturacak gelişmişlik ya da olgunluk bilgileri arasındaki bağlantıyı bu renkler sağlar. Kolerik mizaç, flegmatik mizaç, melankolik mizaç ve sanguinik mizaç özellikleri aslında her insanda karmaşık bir birliktelik içindedir, ama bu özelliklerden biri daha fazla öne çıkar. Eğitimci çocukta hangi niteliklerin ortaya çıkmak istediğine bakarak, çocuğun önünü açmalıdır. Bunun için de eğitmen ya da öğretmenin önce cesaret, uyanıklık ve esneklikle kendi mizacını tanıması gerekir; böylece karşısındaki çocukların mizacını nasıl etkilediğini kavrayabilir. Bu nedenle kendisini sürekli eğitir.

O bakımdan Rudolf Steiner, eğitimcinin önce insan olarak nefsini terbiye etmeyi öğrenmesi gerektiğine işaret eder. Altı aşamalı bir alıştırmalar zinciri önererek eğitmenin kendini, duygularını, duygularının dışa vurumunu, düşüncelerini, çağrışımlarını, davranış ve tutumlarını eğitmesini salık vermektedir. Hayata karşı sabır, hoşgörü ve yansızlık, açıklık geliştirmeli ve belli bir dinginlik ve denge oluşturmalıdır. Bu sırada ilgisini, coşkusunu ve sevgisini elbette yitirmemeli, sanatsal alıştırmalarla becerilerini geliştirmeli, sürekli araştırmalıdır. Çünkü her çocuk bambaşka bir bilmecedir ve bu bilmeceyi çözmek için eğitimci sürekli öğrenmeye ve değişime-dönüşüme hazır olmalıdır. Çocuklar, bilinçli olmasa da karşısında her şeyi bilen ve tam olgunlaşmış bir insan değil, her karşılaşmada yeni bir şeyler öğrenmeye hazır olan ve kendini eğiterek geliştirebilen insanı ararlar. Bu bakımdan eğitmen, yeniden öğrenmesine ve kendini geliştirmesine olanak verdikleri için çocuklara şükran duymalıdır.

Waldorf okullarında uygulanan pedagojinin çekirdeği işte çocuklarla erişkinler arası ilişkilerdir, yani birebir karşılaşmadır. Eğitim sanatı da çocuklarla erişkinler arasında, insanın bedensel, ruhsal ve tinsel gelişimini destekleyen ilişki ve karşılaşma biçimleri için gerekli temelleri oluşturmaya çabalayan bütünsel bir yaklaşım olarak anlaşılmalıdır. Çocuk ya da eğitmen, içten içe kendisini faal olmaya teşvik edilmiş hissediyor, araştırmaya merak salıyor, deneyimliyorum ve kavrıyorum, öyleyse öğreniyorum diyorsa, eğitim bir özgürlük edimi olarak gerçekleşiyor demektir.

Waldorf eğitimi asla bir program, bir reçete olarak uygulanamaz. Tersine daima ve sadece o anki somut ve bir kerelik çocuk-eğitmen ilişkisinden yola çıkar. Yaklaşım daima gelişme ve denemedir. Okul öncesi dönem için metodik-didaktik önerileri yoktur. O nedenle eğitmene sürekli kendini eğitme temelinde büyük özgürlük içinde bu karşılaşma ortamını sağlama görevi düşer. Sanat, yapıp edebilme ile bilgi bir araya geldiğinde ve yaratıcı biçimde fanteziyle birlikte uygulamaya aktarıldığında ortaya çıkar. O nedenle Waldorf / Steiner pedagojisinin bir eğitim sanatı olduğundan söz edilir.

İnsanın ailesinden ve atalarından aldıkları vardır, toplumsallaşma sırasında onu belirleyen yaşantılar vardır. Ama en önemlisi insanın kendisidir. Her şeyin insan tarafından yaşanması, deneyimlenmesi, içselleştirilmesi, işlenmesi ve ancak ondan sonra dışa vurulması gerekir. Eğitim sanatında çocuğun içinde verili olan bir öğrenme motivasyonu olduğu varsayılır. Çocuk oynayarak, kendi kendine yönünü bulur. Oyun sırasında doğuştan getirdiği yatkınlıklarla toplumsallaşma dengeli biçimde desteklenir. Bu arada müzik, biçimlendirme, şarkı söyleme ve dans etme gibi sanatsal yaşantılarla duyuların geliştirilmesi çocuğun kendini sağlıklı biçimde “iyi” hissetmesine olanak verir. Bu da yaratıcı zekanın faaliyetini sağlar. Eurythmie ise çocuklukta ve okulda bedensel, ruhsal ve zihinsel sağlığın temellerini atmaya yardımcı olur.

Okul, yalnızca belli konuların öğrenildiği bir yer değildir. Okulun nerede olduğu, hangi mahallede ve toplumsal çevrede bulunduğu, onun sosyal işlevini de belirler. Her sınıf, çocuğun ileride büyüdüğünde kocaman dünyada neler yapması ve bilmesi gerektiğinin alıştırmasını yapabildiği korunmuş mekandır. Özgür sosyal, kültürel ve yerel bir yaşama mekanıdır. Sınıfta bulunan çeşitli yetenekte çocukların karışımı ne kadar çoksa, öğrenciler arasında merak, hoşgörü ve işbirliğinin gelişmesi o denli güçlü olur.  Özgür tinsel yaşam ilkesi egemen olmalıdır. Okul denen organizma, insanlar arası ilişkilerin yasalarının ve birlik oluşturmanın gerçekleştirildiği, anlam üreten önemli toplumsal yerdir.

Steiner, çocuk denen varlığın, bir önceki nesle göre değil, içinde bulunduğu çağda anlaşılmasına çalışılmalıdır, diyor. Eğitimbilim, erişkinin çocukla karşılaşmasının bilimi olduğundan, üniversitede kuramsal olarak yapılamaz. Çocuk, ancak böyle karşılıklı birebir bir ilişki içinde yaşadığında varlığını dışa vurur. O nedenle, çocuklarla sorumlu bir birlikte yaşam biçimlendirmesi olarak eğitim gerekiyor, bu da eğitimi sanat olarak idrak etmek ve uygulamakla olanaklıdır.

Pedagojik ana yasaya göre eğitimin görevi, oluşan insanın kendi varlık temelini keşfetmesini sağlamaktır. İçinde bireysellik arzusu, kendini gerçekleştirme arzusu taşıyan çocuğa gelişme yardımı, yani ebelik yapmak gerek. Pedagojik olgunun kaynağı ve hedefi, özgürlük kalitesini geliştirmek olduğundan, eğitmenin özgür istenci önde olmalı. Zorunlu uyulması gereken talimatlara göre değil, özgürce o saatleri çocukla birlikte yaşayarak yaşatacak yaratıcılık ve esneklik ortaya konmalıdır. Waldorf pedagojisi, eğitmenden bağımsız bir program değildir, zira temeli insanın insanla doğrudan karşılaşması ve birlikte öğrenerek büyümesi ve gelişmesidir. Özgürlük ise, gerçek yaşam koşullarıyla ilişki kurarak ve özgürce bu ilişkileri geliştirerek mümkün olur.

Eğitim, insanı madde ve ruh düalitesi içinde değil, fiziksel-bedensel varlık, ruhsal varlık ve tinsel varlık olarak üçlü yapıda ele alan yaklaşımla ancak verimli ve özgür olabilir. O nedenle eğitim ve öğretim bir sanat haline gelmelidir ve bu sanatın temelinde sevgi dolu birebir ilişki ve kendini hasretme yatar.

Bunlara da göz atın